(((yukarıdaki entry'den devam)))

bu sezona girilen kadro, evet tıpkı 10-11 sezonundaki gibi neredeyse her mevkiide en az 2 as oyuncunun bulunduğu, günümüz türkiye'sinin çok üstünde bir kadro. ancak aradaki farkların ne olduğuna şöyle bir bakalım:

1) 2011'deki kadro 2003'ün o güne yansımasıydı, 8 yıllık bir sürecin içinde oluşmuştu. bu sezonki kadro ise 2000 yazındaki transfer süreciyle kurulan kadronun türkiye ölçeklerine küçültülmüş hali. 00-01 sezonunda kurulan kadroyla gelen şampiyonluk ve ardından şampiyonlar ligi'nde yaşananları hepimiz hatırlıyoruz: (link )

2) yukarlarda 2011 kadrosunun yaşlarını yazmıştım, mesela o sezon 22 yaşında olan caner ve 25 yaşında olan gökhan, bugün 32 ve 35 olarak bek oynuyorlar. 35 yaşındaki sosa sahanın beyni, 33 yaşındaki gustavo takımın dinamosu, 35 yaşındaki cisse gol umudu, hücum-orta saha temposunun belki de önemli elemanı valencia 31, "daha perotti gelecek" dediğimiz adam 32 yaşında (00-01 sezonundaki mirkoviç, uche, mert meriç, ogün, abdullah, andersson gibi takımın kritik elemanları da 30 ve üstü yaşlardaydı, bir benzerlik de burada).

3) 2011 kadrosunun iskeleti volkan, gökhan, lugano, emre, selçuk, semih, alex gibi senelerdir birlikte oynayan, büyük ihtimalle de gitmez dediklerimizden oluşuyordu. şimdiki kadroda ise ozan, pelkas, belki lemos ile tisserand, oynayabilirse ferdi, hatta samatta gibi, doğru değerlendirilirse birkaç sene içinde iyi gelir getirebilecek elemanlar var, bu oyuncular iyi teklifler gelmesi halinde büyük ihtimal gönderilecekler ve fenerbahçe bir transfer sirkülasyonu içine girip ilk 11'indeki iskeleti korumayı başaramayan, 1-2 senede bir yeni bir çehreye bürünen ve her dönem şartların denk gelmesine dayalı dalgalı bir grafik çizecek.

yani bugünkü kadroda iskelet olmaya aday bir grup yok; 30 yaş oyuncularla mı iskelet kuracaksın, her an gitme ihtimali olan oyuncularla mı, yoksa bu süre zarfında genellikle yedek olacak olan sadık, novak, mert hakan, sinan gümüş'lerle mi iskelet kuracaksın?

bugünkü fenerbahçe 2011'deki fenerbahçe değil de, türkiye 2011'deki türkiye mi? tabii ki hayır:

1) 3 temmuz, o dönem için türkiye'de (belki de son 10-15 yıldır) herhangi bir şeye kitlesel şekilde verilen ilk büyük tepkiydi; uzun bir süredir reaksiyon göstermeyi unutan türk insanı, sesini duyurabileceğini 3 temmuz'da tekrar gördü. fenerbahçeliler'in birlik olup kulübe sahip çıkması bile buna yetmişti düşünün (tabii şu da var; bu operasyon 2011 değil de, atıyorum 2009 temmuz'unda (aragones'li sezon bitince) olsaydı fenerbahçeliler böylesine bir tepki vermeyecekti. çarpışan güçlerin seviyesiyle alakalı bir durum bu).

taraftarın fb'ye sahip çıkmasıyla birlikte ülkede değişen momentum, sonraki 4-5 yılın türkiye'sini de değiştirdi. 3 temmuz sonrasına denk gelen dönemde, iletişim olanaklarının artmasıyla birlikte haberleşme imkanları da artmış, tv'den bağımsız bir hale gelinmişti. sosyal medya büyük bir güç haline gelmiş, ülkeyi yönetenler bu güce adapte olana kadar geziparkı, seçim sonuçları gibi olaylarda (kendileri için) büyük sıkıntılar çekmişti.

bugün ise buna kendince adapte olmuş ve kontrolüne almayı başarmış bir iktidarla birlikte, ekonomik sıkıntıları yükselen halk, sosyal medyayı (kadın cinayeti, tecavüz, çocuk sapıklığı, hayvan zulmü gibi ortak hassasiyetler haricinde) çoğunlukla eğlenceye, kısa vadeli zevklere, kısacası kafa dağıtmacaya dönüştürdü.

2) türkiye'nin 2011'de dünya ekonomi ligi'ndeki yeri ve gücünün bugünküyle alakası yoktu, kısacası göreceli olarak çok daha iyi durumdaydık (tabii bu kanıya anca bugünleri görünce vardık, yoksa o günlerde de muazzam değildi). o günden beri liyakatsizliğin giderek arttığı bir sürecin ardından, bugün artık sistemler sadece son rötuşlarla parlatmak için değil, daha en baştan doğru düzgün işleyebilmek için bile kaliteye ihtiyaç duyuyor.

3) 2011'lerdeki, üretmek yerine borçlandırmaya dayalı yükselen ekonominin insanlara sunduğu imkanlarla birlikte hızlanan hayatın getirdiği alışkanlıklar, bugünkü kötü ekonomide bile devam ediyor. yani, aynı süre içinde eskiye oranla çok daha fazla şeyle ilgilenebilmeye başlayan türk insanı, her şeye yetişebilmek(!) adına artık her şeyin kolayına ve çabuk sonuç verenine odaklanmaya başladı. bu yüzden sabır ve çalışma gerektiren birçok inovasyonun belli güçlere sahip kişi/kurumlarca yürütülmeye başlaması, "halk"ın neredeyse tamamen seyirci/tüketici konumuna geçip, işin derinine inmeden sadece yüzeysel kalması. dolayısıyla, sosyal medya gibi herkese fikir belirtme ortamı sunan yerleri, doğru-yanlış ayırdetmesi çok zor olan, kaostan hallice bir yorum bulutunun kaplaması. bu yüzden bilgi kirliliği, algı yönlendirmesi gibi şeylere çok müsait bir ortam var artık.

ve bugünün türkiye'sinin futbola yansımaları:

1) kulüpler, takımın yükünü çekecek oyuncuların bile şımardığı / görev seçmeye başladığı bir ortamın içine girdi. üstüne bir de yıldız diye kaprisli, sadece iyi sistemlerde iş yapabilecek oyuncular getirmeye devam ediyor. 2010'ların ikinci yarısıyla birlikte türk futbolu olarak avrupadaki halimiz ortada.

2) her alanda olduğu gibi futbolda da çalışma ve sabrın yerini kısa yoldan başarıya ulaşma isteğinin alması, sadece "görüntüde" iş yapıyor olmanın takdir görmeye yetmesi. özellikle sosyal medya taraftarlığı denen olgunun büyümesi, kendini bu kitleye şirin göstermek isteyen kulüp yöneticilerinin giriştiği popülist ve kısa vadeli işler sebebiyle dünya futbolundan git gide uzaklaşan bir yola girilmesi.

3 temmuz ve fenerbahçe'nin bundan halen nasıl etkilendiği konusuna dönersek:

3 temmuz sonrası dağılan fenerbahçe'nin yanısıra, değişen diğer dengelerle birlikte türk futbolunun kısa süre içinde yaşadığı kelebek etkisi:

1) galatasaray'ın ünal aysal'ı başkan yapıp, fatih terim'i getirip, büyük bütçeli bir kadro kurması, 2 sene üst üste şampiyonluk ve şampiyonlar ligi gelirleriyle belini doğrultması.

2) o sezon sonunda en önemli oyuncularını koruyamayan (ki bunlardan ikisi galatasaray'a giden selçuk ve engin'di) trabzonspor'un yavaş yavaş erimeye başlaması.

3) quaresma, guti, simao vb transferlerle büyük bir yükün altına giren yıldırım demirören beşiktaş'ının, 3 temmuz'da en büyük yarayı alan fenerbahçe'nin boşalttığı ortamı değerlendiremeyip feda diyecekleri döneme adım adım ilerlemeleri.

bu tip değişimlerle birlikte, süper lig'deki futbol ekonomisine esas olarak can veren "büyük takım rekabeti"nin (zaten 2000'lerin ikinci yarısıyla birlikte bu rekabet düşüşteydi) daha da azalması sebebiyle, yabancı sınırının kademeli olarak daraltılması ve dört büyüklerin canlı tutulmaya başlanması. tarık çamdal'ların arttığı kadar, kontenjan az olduğu için kendisini hint kumaşı gören yabancılar da arttı. hem yerli hem de yabancı piyasası kızıştığı için ekstra paralar ödemeye başlayan bu kulüpler adına, ffp yüzünden avrupadan men cezası yemeye giden süreç bu dönemde başladı.

sonraki dönemde yeniden genişleyen yabancı sınırıyla birlikte anadolu takımlarının yükselişi sebebiyle azalan "büyük takım rekabeti", önümüzdeki sezon yeniden hayata geçecek yabancı sınırıyla birlikte yine diriltilmeye çalışılacak (link ).

dünya futbolu da çok farklı değil; futbol endüstrisi kendini güvenceye almaya çalışıyor ve esas geliri getiren dev kulüplerin herhangi bir şekilde klasman düşmesini, çok gelir getirmeyecek kulüplerin sivrilip başarılı olmasını istemiyor: (link )

çünkü hızın önem kazandığı futbol, yarattığı bu döngüyle birlikte çok büyük bir fırtınanın içine girdi. zaten köklü hamleler yapmayıp temelini sağlam atmayan kulüpler en ufak bir sarsıntıda yıkılırken, dev kulüplerin yapılanmaları da bu rüzgardan benzer şekilde etkilenmeye başladı, yani devinimini modern şartlara uygun kuran dev kulüpler bile en ufak bir tökezlemede dengesini kaybedip birkaç adım geri gidebiliyor. guardiola'nın city'si, sarri'nin chelsea'si, zidane'ın madrid'i vb kulüpler bu rüzgarda en ufak bir hata sonrası bile zincirleme şekilde geriye gitti/gidiyor. onlardan çok daha önce bu temponun içinde kaybolan mourinho'nun manchester'ı, daha da öncesindeki wenger'in arsenal'i... bugün simeone'nin atletico'su, gasperini'nin atalanta'sı, tuchel'in psg'si bile bu tehlike altında. yarış çok hızlandı, her an lider değişiyor, klopp'un liverpool'u bile zaman zaman aksayan oyun planında doğru değişimlere gitmezse birkaç adım geri gidebilir, yarın aynı şey flick'in bayern'i için geçerli olacak...

yani bugün böylesine büyük bir fırtınanın içinde, fenerbahçe yeni bir 3 temmuz'u / denizli faciasını / trabzon faciasını / ve benzer tahribatı yaratacak herhangi bir olayı kaldıramaz. hiçbir türk takımı kaldıramaz. dönemin şartları 2011'deki gibi değil; ne fenerbahçe kendisine vurulan darbeler karşısında bir süre ayakta tutacak köklü bir futbol yapılanması yaptı, ne türkiye ekonomisi o günkü gibi, ne de dünya futbolu o günkü gibi.
yabancı sınırının genişliği sayesinde geriye gömülüp 2-3 kişiyle kontraya çıkma anlayışına sahip az takım kaldı. anadolu takımları defansif-ofansif görevleri birbirinin içine çeşitli oranlarla yedirebilen, p/f oranı yüksek oyuncular getirmeye başladı ve artık büyüklere kafa tutar hale geldiler, ancak teknik direktörlerin birtakım alışkanlıklarından kopamamaları sebebiyle net bir üstünlük de sağlayamadılar (reşit akçay'ın osmanlıspor'u bunun biraz dışında kalabilir, abdullah avcı'nın başakşehir'i ile okan buruk'un akhisar ve rize'si ise kesinlikle bunun dışında kalırlar).
bu sene bu üstünlük ele geçirildi; bana kalırsa bu iş, yabancı sınırının genişliği sayesinde artan kaliteyle birlikte çift önlibero kullanımının azalması oldu. anadolu takımları bu sezon, sanki şenol güneş 'in beşiktaş'taki ikinci sezonunda yaratıp tekrar şampiyon olduğu, sonraki sezon ise şl grup maçlarında (cenk gidene kadarki süreçte) arşa çıkardığı atiba-oğuzhan-talisca modelinden etkilenmişçesine, tek önliberolu 4-2-3-1 varyasyonlarını trend hale getirdiler; göbekteki ikiliden birinin defansif - birinin daha teknik bir bağlantı elemanı, forvet arkasındaki oyuncunun ise forvetle merkez orta saha arasında mekik dokuduğu düzen. ligde (skor alsın almasın) doğru futbol oynayan tüm takımlar, forvet arkasındaki oyuncuların stilinden kaynaklanan birtakım farkılıklar haricinde benzer oynuyorlar:
başakşehir :
okan buruk korona sürecinin hemen öncesinden beri, göbekte bir savunmacı (mahmut) bir de ayağı düzgün geri bağlantı elemanı (irfan can kahveci ) kullanıyor. üçüncü tercih ise danijel aleksic 'i ön bağlantı elemanı yapıyor; hem ceza sahası girişleriyle gol kovalayan - hem de merkez orta sahada oyun kurulumuna yardım eden bir şekilde oynatıyor.
trabzonspor :
hüseyin çimşir obi mikel gittiğinden beri önliberoda abdulkadir parmak'ı kullanıyor. yanındaki bağlantı elemanı olarak zaten jose sosa vardı (sakatken ndiaye, guilherme veya abdülkadir ömür oldu), üçüncü eleman ise bu aralar daha çok caleb ekuban oluyor.
alanyaspor :
erol bulut sezon başında forvet arkasındaki anastosios bakasetas 'ı rakip yarı saha jokeri olarak kullanıp, göbek ikilisinin ikisini de önliberodan (ceyhun - siopis) oluştururken (link ), ligin ikinci yarısıyla birlikte bu ikiliden biri salih uçan olup geri bağlantıyı sağlıyor.
antalyaspor :
tamer tuna geldiğinden beri göbekte hakan özmert'in yanında ayağına hakim fredy oynarken, öndeki forvet - arka bağlantısını lukas podolski sağlıyor.
sivasspor :
rıza çalımbay sezonun başlarından beri önliberoda fatih aksoy'u, önde ise iki merkezli 4-3-3 kullanırken, şimdi tek bağlantı elemanı teknik-fizik dengesi makul seviyedeki hakan arslan oldu. çünkü mert hakan yandaş sürekli isteyen, pes etmeyen hücumcu stiliyle ben ön tarafı hallederim demeye başlayıp hücum aksiyonlarında daha çok görünmeye başladı ve düzen 4-2-3-1'e yakın bir hal aldı.
(ligin ikinci yarısının başıyla birlikte fatih terim önde merkez yuvarlakla sınırlı olmayan, ceza sahası girişleriyle tehlike yaratabilen emre akbaba 'yı oynatıp bu furyayı yakalamaya çalıştı, ancak luyindama'nın olmayışı nedeniyle donk'un stopere ve lemina'nın önliberoya çekilmesi, gerideki bağlantı yükünü seri'nin üstüne bindirdiği için doğal olarak sekteye uğradı )
göztepe :
ilhan palut korona öncesine kadar oturttuğu önliberosuz düzenle, yani göbekte iki bağlantı elemanı (soner -castro ) ve öne daha çok giden marcio mossoro /stefano napoleoni ile bu furyayı bir tık ileri taşıma potansiyeli sergiledi (ki bu da yine şenol güneş'in tolgay-oğuzhan-talisca'yı kullanışını anımsatıyor), ancak korona dönüşünden beri takımda ciddi düşüş var.
bu takımların hiçbiri gömülmüyor, rakibi en kötü ikinci bölgede boğup topu kapmak istiyorlar. yani tek önliberoya dönüş savunma sertliğinde büyük bir problem doğurmadı, aksine savunma çizgilerini daha öne çekmeyi başardılar ve belli bölgelerdeki hücumcuların da geri gelip mücadele etmesiyle (crivelli, yatabare, efecan, jahovic vb) kompaktlaşıp, ikinci bölgede yoğunlaşmayı başararak yeni taktik furyanın başarılı olmasını sağladılar.
yukarda saydığım ön bağlantı elemanlarının (aleksic, ekuban, bakasetas, podolski, vs) hepsi hemen hemen aynı görevlere sahip, ama değişik stile sahip oyuncular; yani bu görevi, kimi daha çok tekniğiyle(*) , kimi daha çok aklıyla(*) , kimi ikisiyle birden(*) , kimi daha çok fiziğiyle(*) ifa ederken, mert hakan rakip yarı sahada hücuma dönük oynayan bir oyuncunun yapabileceği her şeyi, benzerlerine göre daha az beceriyle yapıyor. ama hepsinden daha çok istiyor, yapamayınca kendine daha çok kızıyor, rakibini daha çok ısırıyor. ve totalde göze daha çok batan bir katkı vermiş oluyor. zaten mert'in skor konusundaki istikrarsız görüntüsünün bir sebebi de bu; mert'in diğer mevkiidaşlarına göre teknik becerisi daha düşük, hücum girişimlerindeki isabet oranı onların altında, ama pes etmeyen yapısıyla bunu dengeliyor. ne kadar çok denersen o kadar çok şansın olur, mert diğerlerinden çok deniyor.
sivas'ta çalımbay'ın oturttuğu oyunda esas olarak bu azmi sayesinde müthiş bir ön bağlantı elemanı görevi gördü ve (bana göre piyango bir performansla) dikkatleri üzerine çekti. en azından kendi adıma diyebilirim ki; sivas'ın sezon başındaki hazırlık maçlarında mert'in bu seviyelere çıkabileceğini tahmin edememiş, sivas'ın oynamak istediği pres + kontratak oyunu için hakan arslan'a eşlik edecek bir boxtobox ihtiyacı olduğunu düşünmüştüm (link ). ama mert bu ihtiyacı iyi karşıladı ve tipik bir boxtobox olmanın ötesine geçip tam bir rakip yarı saha canavarı oldu.
kısacası mert hakan'ın bu sezonki taktik furyanın içinde parlamasının ana sebebi, ortalama sayılabilecek teknik becerisinden ziyade gerçekten futbol oynamak istemesi oldu. içindeki bu istek körelmediği sürece de hep değerli bir oyuncu olacak.
şimdi de fenerbahçe 'ye gideceği iddiası güçlendi. öncelikle galatasaraylı oluşu / yaptığı paylaşımlar bence kayda değer değil: link
mert'in bu sezon yaptıklarından sonra hissettirdiği potansiyel itibariyle en başarılı olabileceği, gelir gelmez farkını belli edeceği takım fenerbahçe. özellikle fb'nin bu sezon hem kruse -emre birlikteliği yüzünden göbekte yaşadığı kırılganlığa, hem de ozan 'ın (emre'den iyi olsa da) ortalamanın üstüne bir türlü çıkamayan temposu ve vasat hücum katkısına ilaç olur, luiz gustavo 'nun (teoride) hücum simetrisi olur. yani gustavo'nun kendi yarı sahasında yarattığı baskınlığın benzerini mert de rakip yarı sahada yaratır. kruse'nin götünü kaldır(a)madığı için nadiren yaptığı katkıyı, mert belki kruse kadar isabetli yapamaz ama sürekli denediği, sürekli istediği için totalde daha fazlasını yapar (doğru düzgün kanat-forvetler ile göbeğe doğru bir arka bağlantı elemanının alınması şartıyla).
geçen sezon ndiaye'nin fb'ye transfer iddiaları çıktığında da benzer şeyleri düşünmüştüm (link ), mert de (oyun stili olarak olmasa da) rakiplere diş geçirme ve havasını bulduğunda daha iyisini verme potansiyeli konusunda ndiaye'ye çok benziyor. fenerbahçe orta sahasında, gustavo'nun yanında patlayacak oyunculara ihtiyaç var. bunu ne ozan tufan'ın hantal yapısı sağlar, ne tolga ciğerci'nin sınırlı bitiriciliği, ne de tolgay arslan'ın bale yapar gibi oynayışı. mert hakan bu konudaki en iyi çözümlerden biri olur.
ama işte; kendisi eğer para haricinde biraz da bunları düşünerek geliyorsa, karakteri konusunda ciddi bir sınav verecektir. ben nasıl olsa bu takımda oynarım abi şunlara bak bunlar mı oynayacak ben oynayacağım tabii, diye gelir ve yıldız kafasına girerse o zaman kötü. bu düşünceye kapılmamın elbette sebepleri var, birincisi; mert'i emre belözoğlu 'nun ikna edip getirdiği haberlerinin çıkması. eğer bu haber emre'yi parlatma operasyonu değil de gerçekse, bu paragrafın komple gerçeğe dönüşme ihtimali hiç de az değil demektir.
ikinci sebep ise; fenerbahçe'nin orta sahasındaki problemi mert'in tek başına çözebileceğinin düşünülüyor olma ihtimali. çünkü benzer havayla gelen iki isim de 2-3 sene içinde takımın yeniçerisine dönüştü:
(bkz: selçuk inan)
(bkz: alper potuk)

selçuk süperlig'de 2010'ların başına doğru iyice bollaşan hamal önliberoların arasından oyun görüşü ve pas dağıtımıyla modern bir orta saha görüntüsü vererek, alper ise süperlig'de epey ihtiyaç haline gelen, rakibi sahasına hapsedecek boğucu tempoyu yapan, gerektiğinde geriden hızlıca top taşıyan stiliyle parlamış ve fb-gs transfer rekabetinin özneleri olmuşlardı. selçuk gs'ye gidip yeniçeriye dönüşene kadar 1-2 sezon iyi gitmişken (ki yeniçeriye dönüşmesi terim gittikten sonra başlamıştı), alper ise ilk sezon 11 oyuncusu değilken zaman zaman bulduğu şansları fena değerlendirmemiş bir elemandı ancak yanal'ın gidişiyle birlikte kendini istanbul gecelerine vermişti. selçuk ilk 2-3 senesinde yanında felipe melo gibi ekstranın da ekstrası bir orta saha sayesinde defolarını gizleyebilmişken melo sonrası perte çıkmıştı. alper ise emre, meireles gibi elemanlardan formayı kapamayıp ikinci senesiyle birlikte kanatta değerlendirilerek 11'in gediklisi olmaya başlamış, ancak temposunu tekniğiyle birleştirememişti. tüm bunlara rağmen, gs nasıl olsa selçuk var diye o bölgeye jem karacan, bilal kısa, jose rodriguez gibi birbirinden kopuk tarzda ama daha ucuz rotasyon elemanları almış (yedekte biri bulunsun işte), fb ise kanatta sow, nani, markovic, lens gibi, merkezde diego, giuliano, aatıf gibi elemanların olduğu 3-4 senelik süreçte bile alper'in yüksek temposu sebebiyle hep bir yer bulup oynattı. yani selçuk da, alper de oyun stili açısından sahip oldukları farklar sayesinde uzun bir süre kolayca gözden çıkarılamadılar, veya yerlerine daha iyisini almak pek düşünülmedi.
ama mert böyle bir hikayenin kahramanı değil. evet tıpkı selçuk, alper gibi fb-gs arasında transfer savaşı başlattı, ama piyasada bu iki isim gibi parlamadı. selçuk ve alper kendi dönemlerindeki genel durumdan daha farklı özelliklere sahip oldukları için dikkat çektiler. mert ise süperlig'de (geniş yabancı sınırının da katkısıyla) oluşup yayılma fırsatı bulan bir taktik furyanın içinde parladı. 25 yaşında yeni yeni adını duyurmaya başlamasının bir sebebi de bu. o yüzden mert'in verimli olması için kadronun geri kalanının mert'ten daha becerikli ve daha kaliteli olması lazım, yani bu furyaya ortak olabilecek/üstüne koyabilecek bir yapılanma lazım, ki mert o yapılanmaya sınırlı tekniğinden ziyade üstün azmiyle katkı versin.
öbür türlü, yani mert hakan'ın tek başına çoğu şeyi çözebilecek bir faktör olarak düşünüldüğü bir yapıda o korktuğum yıldız havasına girme ihtimali çok artar gibime geliyor (yabancı sınırının daraltılacak olması da cabası).
dolandırıcılıktan hapis yatmışlığı olan galatasaray efsanesi. işin komiği dolandırdıkları arasında gsde var ve halen bu camia tarafından efsane olarak lanse ediliyor. adamların efsaneleri arasında fatih terim hakan şükür felipe melo arif erdem popescu hagi falan var. neyse popescu olayına dönersek popi dolandırıcılığı gs yöneticileriyle birlikte yapıyor hikayesi aşağıdadır;

Elin oğlu adı Popescu olsa bile usulsüzlük yapana hiç acımıyor, Türkiye'de ise yapanın yanına kar kalıyor.

Popescu’nun yaşadığı olayı biliyor musunuz?

Menajerlik yaptığı dönemde bazı usulsüz transferlere adı karışan Gheorghe Popescu, 3 yıl 1 ay hapis cezasına çarptırıldığı için demir parmaklıklar ardına düştü.

Popescu’nun kim olduğunu söylemeye gerek yok... Müthiş bir isim... Romanya’nın yetiştirdiği çok büyük bir futbolcu... Barcelona ve Galatasaray’da da top koşturan efsane bir sporcu... Galatasaray ile Arsenal arasında oynanan UEFA Kupası finalinde son penaltıyı gole çevirerek ülkemizi sevince boğan büyük bir değer.

105 kez milli takım formasını giyen Popescu, geçen yıl tutuklanmasaydı eğer, çok büyük bir olasılıkla, Romanya Futbol Federasyonu Başkanı olacaktı.

Ama tutuklandı ve hayatı karardı.

Peki ne yaptı Popescu? İddia şu: 1999 ila 2005 yılları arasında gerçekleşen 12 transferde usulsüzlük yaptı ve vergi kaçırdı.

Şimdi... Konunun bizi ilgilendiren en önemli parçası şu: Popescu, bu 12 transferden birini Galatasaray ile yaptı. Galatasaray’a futbolcu getirdi. Ne zaman mı? 2003 yılında... Kimi mi getirdi? Florin Bratu’yu... O dönem Rapid Bükreş’te forma giyen Florin Bratu’yu...

Peki bu operasyonun perde arkasında ne var? Hiç sormayın!

Direkt yazayım... Mahkeme kayıtlarında yer alan iddiaya göre... 630 bin Dolar’lık Bratu, Galatasaray’a 2 milyon 750 bin Dolar’a itelendi.

Kazığın, en hafif tanımla kazığın, büyüğünü görüyor musunuz?

İyi de... Galatasaray 2 milyon 750 bin Dolar verdiğine, Rapid Bükreş’in kasasına 630 bin Dolar girdiğine göre... Aradaki 2 milyon 120 bin Dolar nerede?..

Evet, nerede?.. Müfettişler işte o süreç içerisinde bu operasyonun peşine düşüyor.

Sualler ve sorgulamalar sonucu...

“1 milyon Doları’nı ben aldım” diyor Popescu... Açık açık söylüyor. Paranın güzelliğini görüyor musunuz? Tam 1 milyon Dolar.

Şimdi... Galatasaray’ın verdiği 2 milyon 750 bin Dolar üzerinden 630 bin Dolar Rapid Bükreş’e... 1 milyon dolar da Popescu’ya gittiğine göre... Geri kalan 1 milyon 120 bin dolar nerede...

O para da... Yancılara gitmiş efendim... Şimdi bana “Yancı nedir?” diye soracak olursanız eğer... Her daim ön planda bulunan kişilerin çevresinde hazır kıta bekleyen insanlar olarak tanımlayabilirim yancıları... Belli işler karşılığında belli paralar alırlar.

Nihayetinde... Tüm itiraflar ve soruşturmalar doğrultusunda... Bu 12 transferden Popescu’nun 10 milyon Euro haksız kazanç sağladığı belirlenir. Adli yargılama sonucu kendisine 3 yıl 1 ay hapis cezası verilir. Temyiz süresi işler. Popescu “Yanlış bir iş yapmadım” der. Cezası onanır. Demir parmaklıkların ardına gider.

Sadece Popescu ile de kalmaz... Yine vergi kaçırdıkları ve kulüpleri zarara uğrattıkları gerekçesi ile 7 kişi daha ceza alır. Bu 7 kişinin arasında Victor Becali, Giovani Becali ve George Copos gibi tanınmış isimler de vardır. Her birine 5 ile 8 yıl arasında değişen hapis cezaları verilir.

Ayrıca... Galatasaray’dan aldığı 650 bin dolarlık bonservis ücretini, maliyeye 100 bin Dolar olarak beyan eden Rapid Bükreş Kulübü de 400 bin Euro vergi cezasına çarptırılır. Rapid Bükreş’in Başkanı olan ve aynı zamanda Başbakan Yardımcısı olan George Copos, kendilerine verilen cezanın çok ağır olduğunu söyler. Sadece söyler. Kimse dikkate almaz.

Romanya’da yaşanan bu olay, Romanya’da kaldı. Peki Türkiye’de ne oldu? Bu para Galatasaray’ın kasasından çıkmadı mı? Çıktı. 630 bin Dolar’lık bir futbolcuya 2 milyon 750 bin Dolar veren kulüp, Galatasaray değil mi? Galatasaray...

Hani demem o ki... Ben vatandaş olarak inanılmaz rahatsızlık duydum Galatasaray’ın düştüğü bu durumdan... Paraların buhar olmasından.

Acaba diyorum, Galatasaray camiasından rahatsızlık duyan hiç oldu mu? Hesap soran oldu mu? Varsa bilelim.

Araştırdım. Kimsenin umurunda değil.