fizik ve temponun tabana yayıldığı futbolda artık herkes herkese karşı belli açıklar yakalayıp pozisyonlar bulabiliyor.

bu yüzden maçlar çoğunlukla kırılma anlarına bağlı hale geldi; bir takım öne geçtikten sonra farkı açma şansını bulduğu an atmak zorunda, atarsa rakip dağılıyor, atamadığında ise rakip bir şekilde çevirme fırsatı buluyor, o atarsa maç dönüyor, atamazsa diğer takım buluyor...

bu fırsatları değerlendirip değerlendirmeme olayı, ne kadar hızlı, anlık olaylara ne kadar "hazır" olduğunuzla ilgili.

2010'ların başından itibaren öne geçen fiziksel oyun anlayışı sebebiyle artık hızlı oynama/düşünme hali eskisi gibi zeki bir oyuncu, veya kıvrak çalımcı bir oyuncunun maçı alıp götürmesinden ziyade toplu şekilde hareket edilmesi gereken; önden hazırlanılmış, bolca pratik edilmiş aksiyonlar, yeri geldiğinde farklı durumlara hızlı karşı koyabilme yetisi, kısacası taktiğin öne çıktığı bir futbol dünyası yarattı. eskisi gibi bireysel becerilerin katkısıyla kazanılan büyük dominasyonların yerini artık panzehiri bulunana kadar sürdürülebilen kısa süreli üstünlükler aldı. çünkü artık bireysel beceriye karşı koymak fiziği güçlü bir takım için kolay.

bu durum günümüze dek artarak devam etti ve artık en ufak değişkenlerin bile maç içinde büyük bir kelebek etkisi yaratabildiği bir hal aldı. o halin adı da hız.

bu hız büyük bir fırtına yarattı, köklü hamleler yapmayıp temelini sağlam atmayan kulüpler zaten bu fırtınanın içinde en ufak bir sarsıntıyla yıkılırken, artık dev kulüplerin yapılanmaları da benzer şekilde etkilenmeye başladı.

işte bu yüzden taktik standartlar da farklı bir yere doğru evriliyor; artık pratik edilen şey kim nerede nereye koşacak/nereyi tutacak gibi net planlardan ziyade, o planları uygulama şanslarını yaratacak aksiyonlar alacak. yani daha minimal, plan içinde planlar tasarlanacak, ve o planların yaratacağı aksiyon ihtimallerini geniş bir yelpazede düşünüp, yelpazenin mümkün olan çoğu tarafına hazır olmaya çalışılacak. çünkü artık herkes fizikli, herkes tempolu, ve herkes planlı. ama herkes hızlı değil. dolayısıyla eğer yeni dünyada öne geçmek isteniyorsa, hızlı olunması şart.

n'golo kante neden dünyanın en değerli merkez orta sahası? kevin de bruyne neden en akıllı ofansif orta saha? serge gnabry neden en iyisi olmasa da en tehlikeli kanat hücumcularından biri? kylian mbappe neden en zıpkın forvet? harry kane neden en komple santrfor? çünkü bu adamlar girilen pozisyonu önceden düşünüyor, pas alışverişine dahil olduktan sonra hemen yeni bir aksiyona hazır olmak için hareketleniyor, kısacası "an"dan hiç kopmuyorlar ve bu sayede rakiplerden hep bir adım öndeler; daha "hızlı"lar.

yani, proaktif davranmayı başaran her takım mutlaka öne geçecektir (fiziksel şartlarını çağa uydurması şartıyla tabii).

dolayısıyla türk takımlarının da avrupada öne geçebilmesi için bu olguya ayak uydurması şart.

bahsettiğim hızın, koşu mesafesi veya avrupa standartlarında tempo yapmak ile, sağından solundan ilişkili olsa da, özünde ilgisi yok. çünkü koşu mesafesi dediğimiz şey 90 dk sonunda hesaplanan sayıdan ibaret. önemli olan o sayıya nasıl ulaşıldığı, ve ulaşılırken ne elde edildiği:

bu konu hatırlarsanız ilk aykut kocaman dönemindeki fenerbahçe'yle gündeme gelmiş, o dönem dünyada yükselmeye başlayan fiziksel oyuna adapte olmak isteyen kocaman, alex de souza'nın bu koşu mesafelerine ulaşması gerektiğini söylemişti. alex'in bunu yap(a)mayacağını kocaman da biliyordu zaten, bunu söylerken esas demek istediği "ben buna uygun oyuncularla oynayacağım" idi.

yani, alex de o dönem kendini zorlayıp en az bir 10 km koşardı elbet, ama o koşuyu yaparken eski skor katkısına ulaşabilir miydi? asla. ama alex'in skor yapmak için harcamadığı enerji miktarını takım arkadaşları, yeni dünya şartları içinde, telafi edemezdi çünkü avrupa takımları bu çıtayı çok yükseltti. bu yüzden avrupada alex'li bir düzen her maç 90 dk olacak gibi değildi (teoride).

işte kocaman bu teoriden ilerledi ve -sonu ayrılıkla bitse de- alex'le yaşadığı bu gerilimi, fenerbahçe'nin avrupa ligi'nde yarı finale çıktığı bir yola sokarak sindirmeyi başardı. çünkü fenerbahçe'nin kadrosu çoğunlukla fiziksel oyunda iş yapmaya müsait oyunculardan oluşuyordu, bu oyuncular ligde istenen dominasyonu yakalayamadı ama, avrupa ligi'nde rakipleriyle ortak bir mücadele ortaya koydu, üstüne bir de -fiziksel oyunda iş yapmaya müsait oldukları için- skor elde etmeyi başardılar.

ertesi sezon ersun yanal'ın başa geçmesiyle bu durum lig standartları içinde tavan yaptı, çünkü yanal, kocaman'ın yaptığı gibi mehmet topuz, hasan ali kaldırım gibi fiziksel veya oyun disiplini ağır basan oyunculara bağlanmak yerine, yeteneği ağır basan oyuncularından da (başta caner erkin olmak üzere moussa sow, cristian baroni vs) düz adam verimi almayı başararak ciddi bir dominasyon yarattı; özellikle bruno alves, alper potuk ve emmanuel emenike gibi (ki bunlar kocaman'ın gitmeden önceki transfer listesiydi) dönemin şartlarına uygun / fiziksel oyunda iş yapmayı becerebilen oyuncu takviyelerinin de olaya bakış açısını özetlediği bu dominasyon nisan ayında şampiyonluğu getirdi.

bunun bir benzerini ama daha farklısını, geçen sezon sergen yalçın beşiktaş'a yaşattı. yalçın'ın, 2014 fb'sinin aksine, diğer iki ana rakibine (fb-gs) göre esas üstünlüğü fizik güç olan bir kadrosu vardı ve bu gücü daha da sivriltme yoluna giderek lig standartlarında çabuk davranan bir takım yarattı; gerek geçişlerde gerekse boşluk yaratma anlamında rakiplerinden hep bir saniye önce davrandılar, davranamadıkları zaman bastılar ve o saniyeyi geri aldılar (bkz: link )... sezon boyunca yapılan onca taktik hataya rağmen ligimizin bugünkü taktik standartları içinde esas sonuç veren bu fizik gücün getirdiği "hız" oldu.

ancak beşiktaş'ın şampiyonluğunu bir dominasyon işareti olarak görmektense, üstüne inşa edilmesi gereken bir temel olarak görmek lazım. özellikle avrupada başarı için, bu temelin doğru beslenmesi lazım(dı).

15 eylül 2021 beşiktaş borussia dortmund maçı da bu temelin üstüne doğru şeyler eklenip eklenmediği konusunda iyi bir ipucu oldu. nitekim takımın 90 dk sonundaki koşu mesafeleri rakibiyle benzer, ama skoru geçtim girilen pozisyon sayısı ve kaçan gollerin kaçma şekilleri arasındaki farklar bile maçı özetlemeye yetti; beşiktaş o km'ye canhıraş şekilde ulaşıp, bulduğu birkaç pozisyonda da güç-bela vurup golleri kaçırmışken, dortmund bulduğu sayısız pozisyonun çoğunu laubali düşüncelerle kaçırdı, ciddiye alsalar 6-7 olacak maçtı.

beşiktaş'ın bu sezonki yapılanması belki ligde hem tempo hem skor anlamında götürür, hatta avrupa standartlarında tempo yapmaya belki fiziken elverişli de olabilir...

ama o tempoyu yaparken aynı zamanda kendinden emin şekilde skor elde etmeye elverişli değil. pjanic, teixeira, batshuayi, ghezzal... bu elemanlar bir zamanlar bu tempolarda oynayan takımlar tarafından transfer edildiler, ve o tempoyu fiziksel olarak kotardılar, ama teknik becerilerini o fiziksel eforu sarfederken sergileyemedikleri için bizim ligimize kadar düştüler. sergen yalçın'ın 90 dk fiziksel efor istediği bir ortamda; yani bu adamların sürekli koşması gereken, sürekli basması gereken sistemler kurarsanız, başarılı olabileceğiniz seviye -tek sezonluk mucizeler yaşanmadıkça- şampiyonlar ligi değil.

yani kocaman-alex mevzusu gibi; sergen yalçın elindeki günümüz alex'lerinden dirk kuyt temposu bekliyor. evet o alex'ler avrupa maçlarında bu tempoyu yapıyor, ama dirk kuyt'ın o tempoda yapabildiği işlerin yanından geçemiyorlar işte, sadece koşuyorlar. kocaman'ın o dönem -büyük tepkileri göze alarak- düşmediği bu hataya yalçın düştü.

bu tip ısrarlar, olaya sadece km üzerinden bakma'lar bize bugünün dünyasında en fazla "çok mücadele ettik" diye avuntu verir.

yani türkiye ligi'nin bayern'i olmak için kurulmuş bir takım avrupa kupalarında at gibi koşunca, en fazla avrupanın celta vigo'su oluyor. çünkü yerel standartlardaki bir "bayern", o tempolarda "bayern" olamaz, olabilseydi zaten gerçek bayern münih'te izlerdik onları :)

mesela ersun yanal da 2014'teki şampiyonluğu getiren oyunun bir sonraki sezon avrupada sonuç vermeyeceğini biliyordu (bir de diego ribas transfer edilmişti) ve bunun için hazırlık maçlarında yine fiziksel efor gerektiren ama bu fiziksel eforu bu sefer daha "anlık" durumlarda sarfetmek isteyen, bu anları yaratmak için de ayağa paslı - organize, kısacası rakibi topla gafil avlamaya yönelik bir oyun kurgulamıştı (bkz: link ), ama tam uygulayamadan ağustos'ta gönderilmişti.

sergen yalçın ise geçen sezonkiyle aynı düşünceden devam etti, üstelik bunu daha paslaşmalı bir oyuna yatkın oyuncu grubunu transfer ederek yaptı.

avrupada hem 90 dk koşacağız hem de 90 dk toplu üstünlük kurmaya aday olacağız demek için kadroyu genç, altyapı eğitimini modern futbol metodlarıyla almış (şu an maksimum 23-24 yaşlarında olan), hız-teknik dengesi ümit vaadeden oyunculardan oluşturmak -ve birkaç sene sabretmek- daha mantıklı.

fatih terim mesela bu sezon giriştiği transfer politikası ile kağıt üstünde bu hedefe uygun bir başlangıç yaptı, hatta bu konuda ümit veren bir lazio ve marsilya maçları izledik.

ama bu yeterli oldu mu? yine hayır.

çünkü bu sefer devreye o bahsettiğim proaktiflik durumu girdi; maçta gördük ki, galatasaray'ın bu tempoyu yapma potansiyeli var, ama bu potansiyeli skora dönüştürmek, rakibi bitirecek son yumruğu indirmek için gereken o pratik anlayış hiç yok: (bkz: link )

bu pratik de, yukarlarda bahsettiğim "anlara hazır olma" durumu ile; rakibin hatalarını değerlendirmek için doğru işlerin yapılması ile ilgili. yani galatasaray o gün lazio'dan fazla koştu, ama lazio'dan fazla pozisyona giremedi, üstüne bir de, yakalayabildiği bazı geçiş anlarında arka/ön elemanlar gerekli koşuları yapmadığı için ön/arka elemanlar yalnız kaldı ve pozisyonların akıbeti, bu yalnız kalan elemanların rastgele yapacağı şeylere terkedilmiş oldu. o saatten sonra da, toplam km'nin pek bir önemi kalmıyor.

marsilya deplasmanı ise galatasaray'ın çoğunlukla geride bekleyip az adamla hücuma çıkmaya çalıştığı bir şekilde geçti, ele geçen bir iki fırsat değerlendirilemedi ve son yarım saatinde maçı ciddi domine eden bir marsilya izledik. yani gs'nin eforu, enerjisi, bu sefer savunma yapmaya yetti sadece.

bizim takımların toplam bir kapasitesi var kısacası; bu kapasite de efor teknik diye kabaca iki bileşenden oluşuyor dersek, avrupa maçlarında kapasitenin çoğu efordan oluşunca tekniğe pek yer kalmıyor.

yani, nitelikli koşu vs niteliksiz koşu olarak bakılması gerekiyor bu duruma. eğer 90 dk sonundaki toplam km doğru yerde, doğru zamanda yapılacak koşular ile yükselmişse, zaten skoru da elde etmiş oluyorsunuz. niteliksiz koşular ile elde edilmiş yüksek km'ler, size sadece o günkü futbol şansına bağlı sonuçlar veriyor, asla kendinden emin bir oyun ortaya koymuş olmuyorsunuz.

mesela bu nitelikli koşulara önem veren okan buruk'un geçen sezonki başakşehir'ini ele alırsak, şampiyonlar ligi grubunda 3-4 biten leipzig maçı bu konuda iyi bir örnekti; leipzig her yerde, her an başakşehir'den fazlaydı: link , ki bu olay zaten koşu mesafelerine de yansımış, leipzig başakşehir'den sanki 1 kişi fazla oynamışçasına bir fark çıkmıştı ortaya.

ama bunun ana sebebi başakşehir'in yaşlı bir takım olmasından ziyade; hızlı oyunda üretebilecek yeterli eleman sayısına sahip olmayışı idi. dolayısıyla okan buruk geride kalabalık bekleyip ileriye az adamla çıkılan kontratak futbolu oynatmıştı. ama bütün takım topu alıp hücuma geçerken irfan can kahveci'nin, geniş alanda yapılan hücumlarda ise edin vişça'nın ayağına bakmıştı ve leipzig, psg, manchester utd gibi takımlar karşısında yetersiz kalınmıştı.

bu iki oyuncunun ortak noktası hızlı oynaması; ama farklı şekilde, irfan can topu ayağından çabuk ve isabetli çıkaran, vişça ise geniş alanda topla hızlı gidebilen, pozisyonu en kötü asistlik pas / şutla bitiren biri. yani başakşehir herhangi bir şekilde hızlı oynayabilen 2-3 oyuncuya daha sahip olabilseydi, belki de leipzig kadar koşmasına gerek kalmadan istediği sonucu alabilirdi. ama hızlı oynayabilen daha fazla elemanı olmadığı için, o maça ortak olmasının tek anahtarı en az leipzig kadar koşmaktı, ama mevcut kadro çoğunluğu fiziken onu da yapamadı.

yani istediğiniz planı hazırlayın, istediğiniz taktiği belirleyin, kaderinizi belli oyuncuların eline bırakırsanız, hızlı davranmazsanız cezayı kesemezsiniz, ilerde hızlı çoğalmazsanız bu cezayı kesecek fırsatları bile bulamazsınız.

--- eğer bir edin vişça var diye diğer herkesi geride tutarsanız, o hızlı oyuncunun geriye çabuk dönen rakip karşısında bir anlamı kalmaz

--- eğer mesut özil var diye herkesin topu ayağına alınca ona atabilir miyim diye düşünmesini isterseniz, diğer oyuncular tempo yapabilecek oyuncular olsa bile oyunun hızı kesilir

--- eğer ghezzal'dan avrupa standartlarında koşu mesafesi isterseniz, hücumda forvetinize uzun top atmaktan fazlasını zor verir

--- eğer morutan-kerem gibi hız-teknik dengesi modern şartlara yakın diye mental olarak eğitmezseniz, yakaladıkları fırsatlarda yardımlaşma koşuları atmak yerine birbirlerine bırakırlar

--- ön elemanlarınızı hareketli oynatmayıp maçın hızını-temposunu-kilidini eğer 34 yaşındaki defansif orta saha luiz gustavo'nun eline bırakırsanız bu hızı asla yakalayamazsınız (bkz: link ).

hedeflenen alanda çabuk çoğalmak, buna hazır olmak, önden hamleler yapmak, rakibi gafil avlamak... bunlar, avrupa şartlarında kadro potansiyelinin ötesine geçmek isteyen takımlar için mümkün olduğu kadar "takım halinde" yapılması, bellenmesi gereken olgular.

tıpkı konferans ligi grup maçında rennes'in tottenham'a karşı yaptığı gibi: link

daha yeni liverpool - man city maçında izledik: link

bu da, geriden şok çıkışlarla mümkün. hücumcu stoper başlığı altında bu tip ekstrem hamlelere değinmiştim: (bkz: link ).

ekstrem hamleler de ancak taktiğin öne çıktığı, bireysel becerilere mahkum olmayan takımlarda sonuç verir. dolayısıyla çalışılması, bolca pratik edilmesi, ve bu hamleleri gerektirecek anların yaratılması için -üstlerde bahsettiğim- minimal planların yapılması... bu planların doğuracağı fırsatlara karşı olabilecek en geniş yelpazede hazır olmak. bunları sağladığınız her an, rakiplerinizden daha hızlı "an"lar yaratıyorsunuz ve onlar ne olduğunu anlamaya uğraşırken siz hamle olarak öne geçmiş oluyorsunuz bile.

biz türk takımlarını avrupada başarıya götürecek, bir adım öne atabilecek ana olgu bu hızlı olma / hazır olma meselesidir, dolayısıyla avrupada başarı için olayımız artık salt koşmak - pres yapmak - mücadele etmekten çıkıp, o enerjiyi daha yararlı harcamak adına daha derinlikli oyun planları kurgulayıp rakipten bir adım önde olmaya çalışmaya dönüşmelidir, futbolun güncel hızı git gide arttığı için de yakalamakta gecikirsek her geçen gün daha da geriye gideceğiz.